❄️ Amsterdam Da Mantar Yedikten Sonra

Enterogisde Saccharomyces grubu probiyotik bulunmamaktadır. Saccharomyces grubu probiyotikler mantarlar üzerinde etkilidir. (sabah/akşam) yemekleri yedikten sonra ağızdan alınır. Enterogis probiyotik damla içeriği. 1×109 KOB / 0.266 ml / 6 damla Lactobacillus rhamnosus; Rezene yağı (yardımcı madde) Erzurumda yedikleri toplama mantardan zehirlenen yaşlı çiftin, Atatürk Üniversitesi Araştırma Hastanesindeki tedavisi sürüyor. akşam saatlerinde evde pişirip yedikten sonra Mantardabulunan zehirli maddenin özelliğine göre, yendikten 6 saat sonra gelişebilen zehirlenme belirtileri ise bulantı, kusma, ishal, ateş, nabız atışıyla daha sonra karaciğer ve böbrek bozukluklarıyla bu organların bozukluklarına bağlı belirtiler şeklindedir. Sonuçta koma ve ölüm de söz konusu olabilmektedir Giresunda 14 kişi hastanelik oldu, durumları ağır. Zehirlenenlerin tedavisi yoğun bakımda devam ediyor. Giresun'un Çamoluk ilçesinde BrunoAmadio 1. Ben bazen 1. yedikten sonra pişman olunan yiyecekler 8. ölüm bir mucizedir 5. hollanda da Türkiye de aynı şirket aynı ürünü aynı şekilde üreti 6. Ayşe tatile çıksın 6. doğru orantı 4. dünyanın kaç bucak olduğunu anlamak 1. Nehrin temiz olduğunu göstermek için su içen başbakan 4. Muğlada, yediği mantarın suyunu da karın ağrılarını gidereceği düşüncesiyle içen kadın, çoklu organ yetmezliğinden hayatını kaybetti, sadece mantarı yiyen annesinin ise yoğun YemekYedikten Sonra İshal Olmak. Tüketilen yemeklerden hemen sonra ishal rahatsızlığına sık rastlanır. Son kullanma tarihi geçmiş gıdaların tüketilmesinden ya da midenin duyarlı olduğu besinleri tüketmek, ishal rahatsızlığını tetikler. Kişiden kişiye değişiklik gösteren yemek hassasiyeti, ishal sorununa yol OtwMyH. uyarı mantar da dahil, uyuşturucu maddelerin tümünün türkiye'de kullanımı ve satışı yasa dışıdır. bu maddeler sağlığa merhaba. sizinle sabah saatlerinde başımdan geçen sürreal olayı paylaşmak istiyorum. hala tam olarak etkisinden çıkmış sayılmam ancak bu olayı detayları hafızamdan silinmeden bir yere not almam lazım. biliyorum, gidecek çünkü şu an bile kafa gidip geliyor…çok ayrıntıya girmeden anlatmak istiyorum ama hikayenin bütünlüğü açısından bazı detayları vermem gerekiyor. aslında her şey bana bir gece anlamsızca beylikdüzü’nden ev alma isteği gelmesi ile başladı. ekşi sözlük'e girdiğim nadir entry'leri düzenli olarak okuyan 7 kişinin bileceği üzere bir süredir amerika’da ikamet ediyorum. orada dolar kazanmanın ve yeni emlak kredilerinin verdiği finansal özgüven sayesinde bu çılgın projeye atıldım hem çankırı’da kirada oturan babamlara beylikdüzü’nde denize nazır güzel bir ev alacak, hem de bu bahaneyle türkiye’ye gelip yıllardır görmediğim arkadaşlarımla hasret giderecektim. plan mükemmeldi. bayram tatiliyle birlikte türkiye’ye geldim ve uygun ev bakma işlemlerine başladım. birkaç gün çankırı’da aile evinde kalıp bu sırada beylikdüzü’nde gezilecek evleri ayarladım. plan kusursuzdu, birkaç gün avcılar’da oturan lise brom aytaç’ın evinde kalacak, hem adamla hasret giderecek hem de evin yakınlığından istifade beylikdüzü’nde 3 farklı villa gezecektim. bayramın son günü çankırı’dan istanbul’a yola koyuldum. türkiye’den uzak kaldığım yıllar sadece istanbul’u değil aytaç’ı da çok değiştirmişti. lise yıllarında kişilik temellerini beyaz futbol, iddaa ve serenay sarıkaya etrafında kuran aytaç bol batik tişörtü, dövme dolu kolları ve bucket hat tarzıyla ben artık yeni biriyim diye bağırıyordu. ilk görüşte bu yeni tarzı yadırgasam da aytaç’ın farklı kimlik arayışında olmasını olumlu karşıladım. modern hippi olmak okul kantininde rasim ozan kütahyalı taklidi yapmaktan iyidir sonuçta…aytaç sağolsun motoruyla beni otogardan alıp avcilar’daki evine getirdi. evde ilk dikkatimi çeken şey salon duvarının tamamını kaplayan saykodelik poster oldu. bundan bir önceki odası fem dershane yurdu olan birinin salonunda uzay vadilerinde meditasyon yapan yeşil renkli çıplak bir adam görmek iddialı gelse de yine bu değişimi çok olumsuz karşılamadım. aytaç’la birkaç bira devirip gece 3’e kadar lise yıllarından sohbet ettik. hikayenin bu noktasında bugünün sabahına, kaotik olaylar dizisinin başına geliyoruz. önceden konuşup anlaştığım emlakçı mustafa bey ile saat 9’da beylikdüzü’ndeki ilk evde görüşmek üzere randevulaşmıştık. sabah, dün gece hafiften demlenmiş olmanın verdiği mahmurlukla saat 8 gibi uyandım. kahvaltı yapmaya vaktim yoktu, hızlıca ağzıma atabileceğim bir şey bulmak için aytaç’ın buzdolabını açtım. hayatımda gördüğüm en ilginç buzdolabına bakıyordum. dolabın içinde birkaç kutu süt, yumurta dört sürahi su ve yaklaşık 20 kalıp çikolata vardı. kim dolabında 20 kalıp çikolata saklar ki? şimdi çantaya atsam temmuz sıcağında 15 dakikaya yenilecek kıvama gelir diye düşünerek bir kalıbı yanıma aldım ve mustafa abiyle buluşmak üzere villaya doğru yola çıktım. mustafa abi villanın girişinde doblosunu park etmiş beni bekliyordu. 60’lı yaşlarda, samimi, babacan ve konuşkan bir adamdı. bir 10 dakika kadar kapıda sohbet ettik. amerika’da yaşadığımdan ve babamlar için ev baktığımdan bahsettim. kendisi babam olsa bu eve bayılacağını söyledi ve evi gezmeye başladık. ilk evi bir yarım saat kadar gezdikten sonra ikinci evi görmek üzere mustafa abi’nin doblosuna bindik. ön koltuğa oturduğumda, uyandığımdan beri bir şey yememiş olduğumu fark ettim ve çantamdaki çikolataya uzandım. gerçek hikaye burada afiyet birkaç kare çikolatayı mustafa abi direksiyona geçerken yemeye başladım. tabii ki mustafa abiye de çikolatadan ikram ettim. mustafa abi kibarlık yapıp bir kare almaya çalıştı. ”al abi çekinme erir kalırsa” diyerek mustafa abiyi gaza getirdim. iki kişi koca kalıp çikolatayı mideye indirdik ve ikinci eve doğru yola çıktık. evet, başlıktan da anlayacağınız ve benim sonradan öğrendiğim üzere bu şerefsiz aytaç meğer evinde halüsinojen mantar yetiştiriyormuş. kimse duruma uyanmasın diye de önce çikolatayı eritiyor, sonra mantarla karıştırıp çikolatayı kalıp şeklinde dondurup tekrar paketliyormuş. şerefsiz aytaç madem böyle bir bok yiyorsun en azından evine gelen misafiri uyar. neyse, sizin anlayacağınız aytaç şerefsizi yüzünden mustafa abi ile uzun bir yolculuğa çıkacaktık…ikinci eve varmamız e-5 trafiğiyle birlikte yaklaşık yarım saat sürdü. yol boyunca her şey normaldi, ancak eve vardığımızda bir şeylerin ters gittiğini anlamaya başladım. evi gezmeye bahçesinden başladık, ancak attığım her adımda sanki yer ayağımdan kayıyor gibiydi. daha önce mantar ve benzeri uyarıcı maddelerle deneyimim olduğu için çok geçmeden noktaları birleştirdim ve yaşadığım şeyin bir uyarıcı madde kafası olduğunu anladım. sorun mustafa abiydi. hadi ben bir şekilde bu olaydan sıyrılırdım fakat mustafa abi ne yapacaktı? adam duruma uyansa beni dövmekten beter edebilirdi. daha kötüsü 60 yaşında adam, panik atak, kalp krizi falan geçirse suçlusu tamamen benim. beylükdüzü’nde ev bakıcam diye kendimi ters kelepçe bir polis arabasının arka koltuğunda bulabilirdim. paranoyak bir şekilde başıma gelebilecekleri düşünürken kafam iyice daha iyi oluyor, içinde bulunduğumuz gerçeklikten tamamen kopuyordum. durumun stresi ve temmuz sıcağının etkisiyle kan ter içinde kaldım. yalandan evi geziyorduk ancak evle ilgi hiçbir şeye dikkat etmiyordum. bahçe çitlerinden atlayıp denize doğru kaçmayı dahi düşündüm ancak mustafa abiyi de yalnız bırakamazdım. bir şekilde bu işin içinden çıkacaktık. mustafa abiye tuvaletin yerini sordum. en azından tuvalette birkaç dakika yalnız kalıp bir acil durum planı yapmam gerekiyordu. sanırım bir yarım saat kadar tuvalette kaldım. en azından bana öyle geldi. tuvaletten çıktığımda mustafa abiyi salon koltuğuna yığılmış, kapalı televizyona kitlenmiş şekilde buldum. o an anladım ki mustafa abinin kafası da benden farksızdı. bu boku beraber yemiştik, bu yolculuğu beraber bitirecektik. mustafa abinin yanına oturdum. adama mantıklı bir şeyler söyleyip durumu düzeltmek istesem de kafam neyin mantıklı neyin mantıksız olduğunu ayırabilecek durumda değildi. terden sırılsıklam olmuştum. ağzımdan şu cümleler döküldü“abi ben akışıyorum”“ne?”“kolum abi… akışkan…”“ter gibi mi böyle damla mı akıyo”“yok abi komple akıyorum ben” yemin ediyorum o an vücudumun yavaş yavaş eridiğini ve sıvı forma geçiş yaptığımı hissediyordum. mustafa abi de benzer hisleri yaşıyor olacak ki, hemen villanın klimasını açtı. mustafa abinin klimanın tuşuna basması ile salonun buz kesmesi bir oldu. o an aklımdan yalnızca şu geçiyor “yav ben zaten sıvı haldeyim klima soğuğu yersem buz keserim. benim donmadan bir an önce katı forma dönüş yapmam lazım.” burda mecazi bir buz kesmekten bahsetmiyorum. o an için gerçekten bedenimin bir buz parçasına dönüşeceğini düşünüyordum. belki mustafa abi derdimden anlar diye ona döndüm ki ne göreyim, mustafa abi yere yatmış yanağını salonun parkesine yapıştırıyor. “abi napıyosun?”“oğlum kayıyoruz lan yere gel çabuk düşecen” “sıcak mı abi benim erimem lazım?” “gel toprak ısıtır”mustafa abiyle problemlerimiz ortak olmasa da çözümümüz aynıydı. o dünyanın sınırından uzay boşluğuna düşmemek için, ben ise buz kesmiş bedenimi dünyanın ısı merkezine daha yakın tutabilmek için yere yattım. sanırım bir 15-20 dakika boyunca mustafa abiyle yerde kafalarımız birbirine değecek şekilde uzandık. evet gerçekten sadece bir saat önce tanıştığım bir emlakçıyla, yabancı bir evin cilalı parkeleri üzerinde romantik dakikalar yaşıyorduk. o an benim için dünya üzerinde sadece mustafa abi vardı. başka insanların varlığını, nerde olduğumu, hatta kim olduğumu tamamen unutmuştum. ömrümün geri kalanını mustafa abiyle bu evde geçirecekmişim gibi hissediyordum. tek gerçekliğim emlakçı mustafa olmuştu…yemiş bulunduğumuz mantarın kafası belirli aralıklarla gidip geliyordu. ikimiz de bir anda içinde bulunduğumuz durumun saçmalığını fark ettik. yahu ben neden tanımadığım bir adamla bir evin salonunda yatıyordum? hemen yattığım yerden kalktım ve yalandan evi gezmeye devam etmeye çalıştım. evi satın almak, beylikdüzü, hatta babamlar bile hiç umrumda değildi artık. bir an önce mustafa abiden ve içinde bulunduğum garip durumdan kaçmak istiyordum. en azından ben bu yaşadıklarımızın sebebini biliyordum. mustafa abinin aklından geçenleri düşünmek bile istemiyordum. yaşananlara anlam verememesi yüzünden okunuyordu. kim bilir, belki de hayatı boyunca deneyimlemediği duyguları deneyimliyor, varlığını, benliğini ve 60 yıl boyunca oluşturduğu kimliğini sorguluyordu. “abi” dedim “gel biz iyi değiliz başımıza güneş geçti heralde. gel bahçede gölge bir yer bulalım biraz temiz hava alıp oturalım.” mustafa abi başını onaylarcasına salladı ancak ağzından tek kelime çıkmadı. adamcağız öyle sarsılmış olacak ki hala ne diyeceğini, neyin içine düştüğünü anlamaya çalışıyordu. mustafa abiyle havuz başında gölge bir koltuğa oturduk. bir süre gökyüzünü ve bahçedeki ağaçları izledik. dışarı çıkıp temiz hava almak mustafa abiye iyi gelmiş olacak ki tekrar sohbet etmeye başladık. “allah!“ dedi mustafa abi… “şu kurban olduğum yaradana bak hele… şu kuşların renklerine bak.”“evet abi inanılmaz gerçekten” “bunu görüp de ateist olmak. ne bileyim gardaş. şu renklere bak hele şu kanatlara bak. yav bu tesadüf mü şimdi bu insanlarda gerçekten kafa yok. şu papatyaya bak şu papatyaya. nasıl açıyor güneşi gördü mü şimdi bunun dilinden anlasan konuşur da senle.”yediği mantarlar mustafa abiyi bir hidayet yolculuğuna çıkarmıştı. söylediklerine hak vermemek de elde değildi. en basit ağacın yaprakları bile adeta parlıyordu. dünyaya fosforlu bir lensle bakıyor gibiydik. kelebekler, kuşlar, bulutlar, masmavi deniz ve ufukta yük boşaltma sırası bekleyen onlarca gemi… inanılmaz bir manzara izliyorduk. “abi” dedim. “ben senin inandığın allah’a inanmam. şöyle düşün, bu ağaçlar, böcekler, papatyalar hatta şu uzaktaki metal gemiler ve biz. geçmişte bir noktada hepimiz birdik. şu an çok farklıyız, ama milyonlarca yıl önce hepimiz aynıydık. sen mustafa’ya evrildin, o ise bir papatyaya. bir noktada değiştik, farklılaştık… düşün mustafa abi, bundan milyarlarca yıl önce hepimiz tek bir toz tanesiydik belki de. sen de, ben de o papatya da. milyarlarca yıl, milyarlarca engel, yaşamda kalma savaşı… evrildik… belki bir parçamız öldü, belki bir parçamız dirildi… yıllarca evrildik, yarattık. toz tanesiydik suda hücre olduk. milyarlarca yıl daha geçti üzerinden belki sen bir balık oldun ben bir kuş. evrilmeye devam ettik… her geçen yıl daha geliştik, her geçen yıl daha da ilerledik. şimdi sen mustafa abisin, ben hotline bing. gelişmeye, ilerlemeye devam edicez mustafa abi. sonsuza kadar… önümüz de sonsuz, arkamız da. allah, yaratıcı arıyorsun ya mustafa abi. o allah sensin aslında. hani diyorsun ya tesadüf olamaz. tesadüf değil, sen yarattın mustafa abi. milyarlarca yıl boyunca sen geliştin. senin içindeki bir şey, o toz tanesini, yani kendisini, mustafa abi yaptı. neden yaratanı dışarda arıyorsun güzel abicim? yaratan neyse o senin içinde. kendini bu kadar değersiz görme. bunları allah, peygamber, isa, mesih değil sen yaptın güzel abicim. trilyonlarca yıl, trilyonlarca engel karşısında direndin, evrildin ve buraya geldin. sen ölünce de durmayacaksın, evrilmeye devam edeceksin. o toz tanesinden bir parça hala içinde, ve sonsuza kadar içinde olmaya devam edecek. belki dünya donacak, güneş sönecek… ama o toz tanesi kaybolmayacak mustafa abi. evrilmeye, gelişmeye ve en önemlisi yaşamaya devam edecek. sen o kuşun renklerine bakınca allah’ın büyüklüğüne şükran duyuyorsun ya güzel abicim, ben kendimle gurur duyuyorum. çünkü o da benim bir parçam. belki de daha güzel bir parçam hatta… benden çok daha ilerde. kendine değer ver güzel abim, kudreti başkasında arama. gel şurada oturup bizim olanın güzelliğini seyredelim. bunların hepsi biziz, bunlar bizim güzelliğimiz.”mustafa abi’ye döndüm. gözlerimin içine, hayatımda kimsenin bana bakmadığı kadar derin bir ilgiyle bakıyordu. konuşmadı. ben de başka bir şey söylemedim. orada öylece oturduk, belki bir saat kuşları, papatyaları, gökyüzünü izledik. deniz kokusunu içimize çektik. evi almadım, mustafa abi’yle gezeceğimiz diğer iki evi de gezmedik. ikimiz de daha önce hiç açılmadığımız ufuklara açılmıştık. seni seviyorum mustafa abi. umarım bunu okur, sana bilmeden mantar yedirdiğim için beni affedersin. günah yazmaz, yazarsa da benim boynuma. hala inanıyorsan tabii… Amsterdam'da Mantar Yedikten Sonra Kafası Güzel Olan Gencin Kopartan Hikayesi 1846 Son Güncelleme 1846 TAKİP ET Çorum'da araziden topladıkları mantarları yedikten sonra rahatsızlanan 6 kişi hastanede tedavi altına alındı. Alınan bilgiye göre, Düvenci beldesi ile il merkezine bağlı köy ve mahallelerde yaşayan ve doğadan topladıkları mantarları yedikten bir süre sonra rahatsızlandı. Karın ağrısı, bulantı ve kusma şikayetleriyle Hitit Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesine başvuran bu kişilerin yoğun bakım servisinde tedavileri devam ediyor. AA aslında tüm olay benim kafam güzelken otelden çıkıp markete gitmemle başlıyor. market süreci biraz flu. flu diyorum çünkü marketten elimde 90 tane torbayla otele dönerken "bunlar ne lan?" diye kaldırıma çöküp poşetlerle göz göze geldiğimde tam olarak durumun farkına vardım. aldıklarım arasında 32’li tuvalet kağıdından naftaline, klozetin içine takılan temizleyicilerden toz şekere otelde bana hiç lazım olmayacak her şey var. ev alışverişi desem o da değil; zira hayatımda eve toz şeker almışlığım falan da yok. 2 tane de ayı gibi bulaşık deterjanı almışım, o kadar ağırlar ki ikisi aynı torbadayken torbayı delip yere düştüler. sokak lambası çalışmayan karanlık bir sokakta, hayatlarında ilk kez otel odası görecek olan hayvani bulaşık deterjanlarını telefon ışığımla ararken köpeğin teki bunları bir şey zannetti, önce bi kokladı, sonra da birini ağzına alıp koşturmaya başladı. ben de 89 tane torbayla arkasından. derdim bulaşık deterjanı falan değil, köpeğin onu dişiyle parçalayıp deterjan yemesinin ve dolayısıyla ölmesinin önüne geçmek. ancak ben öyle istekli koşturunca muhtemelen köpek de o şey benim için çok önemli, çok değerli, çok lezzetli bir şeymiş de ondan koşuyormuşum diye düşünüp iyice arttırdı hızını, bi sağ bi sol yapıyo, zor görüyorum hayvanı... elimde bir sürü torba, kafam güzel, “bırak lan onu bırakkk” diye bağıra çağıra bi köpeğin arkasından hiç bilmediğim sokaklarda koşturdum. sonunda köpek “manyak lan bu” falan diye düşünmüş olacak ki bi anda bıraktı bulaşık deterjanını. ben de salyasız yerlerinden tutup torbalardan birine geri koydum. otele vardım. güvenlik “o ne amk” şeklinde baktı elimdekilere. bi de x-ray var. sanki aşırı nokta atışı alışverişler yapmışım gibi inanılmaz bi özgüvenle x-ray’e verdim torbaları. 32’lik tuvalet kağıdı x-ray’e sığmadı. üzerini bastırdım, ittim ve hala aşırı ciddiyim. ulan biri “napacaksın olm bunlarla otelde?” dese, verecek hiçbir cevabım yok. torbaları odaya koyduktan sonra kendimi yatağa atıp 4 gibi uyandım. uyandığımda yerde bir sürü torba, içinde bir sürü gereksiz şey. ne almışım lan ben diye torbalara bakmaya başladım. pişmaniye almışım. pişmaniye ne olm? gören de sivas otobüsüyle memlekete gidiyorum zanneder. yalnız gecenin dördü, o pişmaniye nasıl gitti biliyo musun? hepsini yedim. sabah bi uyandım, sakallar bembeyaz. uyku sersemliğiyle aşırı panik oldum. ulan dedim, her şeyi içime ata ata bir gecede beyazladı lan sakallarım, bari tatilde olmasaydı falan diye kendi kendime söyleniyorum, meğer her yerime pişmaniye yapışmış. neyse onları temizledim, panik atağım geçti. daha sonra yine aynı markete gittim çünkü pişmaniye çok güzeldi. bu sefer gayet ayığım, efendi gibi sadece pişmaniye alıp çıkıcam, fakat pişmaniye kalmamış. market görevlisini buldum, oldukça ciddi bir şekilde "depoda pişmaniye yok mudur acaba?" diye sordum, adam benim ciddiyetimi görünce karanlık bir yere girdi, ben de arkasından. “abi bana şu ışığı tutar mısın?” diye seslendi içeriden. telefon ışığıyla son derece karışık, küçük depo gibi bir yerde önümüzü görmeye çalışıyoruz. tatile o kadar para vermişim, denizmiş, güneşmiş, havuzmuş, hiçbir şey umurumda değil. 3 tane pişmaniyem olsun odaya bi giricem, çıkmicam aq. tanımadığım bi herifle boktan bi depoda, benim üzerimde deniz şortu, altımda terlikler, telefonla pişmaniye arıyoruz. 15-20 dk sürdü bu mevzu, sonunda bulduk. yalnız, adam merdivenin tepesinde cambaz gibi baya yüksekten bana bakıp “kaç tane lazım abi sana?” diye seslendi. “kaç tane var?” diye sordum.“valla burada 5-10 tane var abi”, “sade dimi?” biraz bakındıktan sonra “5 tanesi sade” dedi.“5 tanesini de ver bana” dedim. “tamam”, “tut abi” diyerek teker tekrar pişmaniyeleri kafama atmaya başladı. bazılarını yakalıyorum, bazılarını yakalayamıyorum. neyse, ödemeyi yapıp çıktım marketten, nasıl sevinçliyim nasıl mutluyum. otele dönünce pişmaniyeleri x-ray'e sokmak istemedim. "ya bunlar gıda da..." dedim. "ne onlar?" dedi güvenlik. "5 kutu sade pişmaniye" diye yanıtladım. pişmaniyelerin neli olduğunu niye söyledim hiç bilmiyorum. güvenlik bir süre sessizlikten sonra muhtemelen daha önce bu otele kimse 5 kutu pişmaniyeyi aynı anda sokmak istemediğinden biraz şüphelendi sanırım, "yine de x-ray'e bırakalım" dedi. tartışmayı uzatmayıp "peki" dedim, pişmaniyeleri verdim, öteki taraftan bekliyorum, pişmaniyeler yok. bant durdu, monitörden bunların gerçekten pişmaniye olduğundan emin olundu, bant tekrar ilerledi ve tuhaf bakışlar altında otel vizesi çıkan pişmaniyelerime kavuştum. 1 kutusunu bile onlara artık fazla pişmaniyeden midir nedir, tinder açtım odada, beğendiklerime basıyorum like’ı. birisiyle eşleştik, tatilde olduğum için otele davet etmem saçma olmadı sanırım ki hiç hassktir lan falan demeden geldi. ayı gibi hemen odaya gitmek ayıp olacağından havuzbaşında sohbet etmeye başladık. daha sonra oteli gezdirmeye başladım. sonra bir bahaneyle, istersen odaları da gör falan diyerekten odaya çıktık. ben de az değilim he. ama odada son derece cool bir şekilde duruyorum, arama mesafe falan koydum, televizyonda saçma sapan bir italyan kanalında dizi var, ona bakıyoruz. niye bakıyoruz hiçbir fikrim yok. yatağın en solunda kenarda ben, en sağında kenarda o, aramızda yastıklar falan... uzanıyoruz öyle. bana tatilimin nasıl geçtiğini sorunca ister istemez 2 gündür pişmaniye yediğimi, neredeyse odadan dışarı çıkmadığımı, buranın hazır pişmaniyesinin bu kadar güzel olmasının oldukça saçma olduğunu, bu yüzden doğru düzgün tatil yapamadığımı, sürekli odada pişmaniye yemek istediğimi ve bu problemle açıkçası nasıl başa çıkacağımı bilmediğimi falan anlattım. “nerede pişmaniyeler?” dedi. aşırı heyecanlı bir şekilde hemen getirdim, açtım ve ortamızdaki yastığın üstüne koydum. başladık yemeye. resmen tinder’dan buluştuğum kızı otel odasına atıp yan yana pişmaniye yiyorduk ve bu noktadan bir cinsel aktiviteye nasıl geçiş yapacağımızı ayrıca merak ediyordum. çünkü bunun bir adım sonrası bence buram buram hacı yağı falan sürüp seks yapmaya çalışmak. bu saçma atmosferi dağıtmak ve kendisini etkilemek için iki pişmaniyeyi aynı anda ağzıma attım ancak yutamadım, boğuluyordum. sakın iki tane pişmaniyeyi aynı anda ağzınıza atmayın, kocaman oluyorlar. böyle tam etkileyemeyince "ya trendyol var ya, aslında öyle okunmuyormuş biliyo musun 'trendy ol' şeklinde onun doğrusu" dedim. biliyormuş. ilk iki etkileme denemem başarısız sonuçlanınca oldukça moralim bozuldu. o moral bozukluğuyla daha fazla ve hızlı pişmaniye yiyordum farkında olmadan. ama baktım o çok yemiyor."beğenmedin mi ya?" dedim. "yoo çok beğendim de bugün pasta yemiştim, tatlı kotamı doldurdum, ondan yavaş yiyorum" diye yanıtladı."ne pastası?" dedim. "alman pastası" dedi. çok kısa bir süre sessiz kaldıktan sonra dayanamadım ve "yalnız o pastanın almanlarla hiçbir ilgisi yok" ilgisini çekti ki "nasıl yani?" dedi. "yani pastanın mucidi samuel german adında bi amerikalı aslında. sırf soyadı yüzünden pasta tüm dünyada 'alman pastası' olarak biliniyor. ama adam bir süre sonra eşine dostuna bile bu pastayı almanların değil, kendisinin bulduğunu, soyadının 'german' olması yüzünden böyle saçma bir durum oluştuğunu anlatamıyor. gittiği pastanelerde kendisi bile pastayı sipariş ederken 'alman pastası' demek zorunda kalıyor, yoksa anlamıyorlar." şeklinde oldukça gereksiz bir mevzudan bahsettim. bkz. diyorsun ya?" diyerek internette adam hakkında biraz araştırma yapmaya başladı, ben sessiz sessiz pişmaniye yemeye devam ediyordum. yalnız artık öyle bir noktadaydım ki gel lan öpüşelim dese önce bi lavaboya gidip elimi yüzümü iyicene yıkamam gerekiyordu. o sırada da muhtemelen olay sıcaklığını kaybedecekti ve kız benden tamamen soğuyacaktı. pişmaniye, biraz kafa dağıtmak için çıktığım bu tatilde bütün hayatımı kontrol etmeye devam ediyordu. ben bunları düşünürken "gerçekten de adamın soyadı german'mış ya" dedi. o internette gezinirken "peki kot pantolonu türkiye'de ilk üreten adamın soyadını biliyo musun?" diye sordum. "yooo ne?" dedi. "kot. muhteşem kot isminde bi iş adamı". yani kot aslında adamın soyadı ve markası. ama sonra yurt dışından gelen blue jean'lerle rekabet edemeyip fabrikasını kapatmak zorunda kalmış. ayrıca ismi de muhteşem. yan yana okuyunca markanın sloganı gibi oluyor; muhteşem kot. bu konuya da çok şaşırdı, yine internetten araştırdı biraz, ben de o sırada belki benden etkilenmiştir de öpüşürüz diye elimin tersiyle çaktırmadan ağzımın kenarlarını sildim. ama o bir süre sessizlikten sonra "ben artık gideyim" dedi. "tamam" dedim. "yarın beraber yüzelim mi?" dedi. "olur" dedim. yalan değilse gelecek işte. gelmezse pişmaniye yerim ve bunu zerre dert etmem. hem daha pişmaniyeye niye pişmaniye demişiz onu araştırıcam, iş çok. Dünyanın En Tuhaf Olaylarından Biri Nöbetçi Eczane Arayan Emre Belözoğlu'ndan Kaçmak Bir İnsanın Hayatına Girebilecek En İlginç Arkadaşlardan Biri Liberal Demokrat Partili Hamit Amsterdam'da Mantar Yedikten Sonra Kafası Güzel Olan Gencin Kopartan Hikayesi öncelikle olayı bilmeyenler için ilgili sahne 41. saniye bugün ekmek fiyatlarına gelen zamdan sonra aklıma geldi bu olay. çakır'ın ölümünden sonra ekibi toplayan polat alemdar, kendi ekibini kurarken seçici davranmıştır. adamlarına tek tek bazı sorular sorarak bazıları ile yollarını ayırmıştır. bunlardan biri de yakup'tur. polat'ın "neden bizimle birliktesin?" sorusuna yakup "ekmek parası" diye cevap verir. polat alemdar ise memati’ye, yakup’a 30 yıllık ekmek parasını hesaplayarak göndermesini söyler ve yakup ile yollar ayrılır. şimdi olayın mağduriyet boyutuna gelecek olursak; söz konusu toplantı 9 nisan 2004 tarihinde gerçekleşmiştir. o günün ekmek fiyatı türk lirasıdır. 6 sıfır atılmış hali liradır. yakup’un 3 öğünde toplam 3 ekmek yediğini farz edelim; günde 3 ekmek yapar. yakup o dönemde günlük liralık iaşe parası almıştır polat'tan. 18 yıl sonra 1 adet ekmek fiyatı 5 lira olmuştur. yani yakup, bugünün şartlarında verilen günlük iaşe parası ile 1 ekmek bile alamamaktadır. polat "gün gelecek bölüşecek ekmeğimiz olmaz, yakup’a mahçup oluruz" diyerek yakup'u göndermiş, fakat kendisi bolluk içinde yaşarken adamı yakup mağdur edilmiştir. ve önümüzde yakup’a ödenen 30 yıllık sürenin tamamlanmasına 12 yıl gibi uzun bir süre kalmıştır. bu durum mağduriyeti daha da arttıracaktır. ekleme ekşi sözlük'teki yazar arkadaşlardan çok fazla "dolar cinsinden hesap" mesajı aldım. ilgili paranın dolar olarak verdiğine dair haklı emareler var ama kesin, net bir bilgi yok. ayrıca dolar olarak verilmiş olsa bile yakup, kafası çalışmayan bir mafya değnekçisidir; parayı alır almaz dövizciye gitmiştir. parayı tl cinsine dönüştürmüş ve ilk gördüğü pavyona gidip her "yakup abi" diyene para sıkıştırmıştır. o para zaten çarçur olmuştur. Kurtlar Vadisi'de Madalyonun İki Yüzü Polat Alemdar vs Pala Arkadaşlarla Avrupa'ya gitmek her zaman hatırlanacak maceralara da kapı açmak demek. Yolları Amsterdam'a düşen dört arkadaşın hikayesi ise hem unutulmaz, hem de komik olmayı fazlasıyla başarıyor. arkadaşımın amsterdam'a giden bir tanıdık arkadaş grubu merak edip otel odasında mantar yemişler. 4 kişilik gruptan 1 tanesi anında mantar kafasına girerken, diğer 3'ü "bize bir şey olmadı ya" deyip dışarı çıkmaya karar vermişler ve tribe giren 1 kişiyi odada tek başına 3 arkadaş dışarıda gezerken odada kalan arkadaşları yarım saat sonra telefonla aramış ve "abi ben çok fazla hayal görmeye başladım her yerde cüce görüyorum... beni fena çarptı bu otele geri gelin" demiş. bu 3 kişi 5-10 dk daha takılıp geri dönmüşler ve otelin lobisinde yüzlerce cüce görmüşler."noluyoruz amına koyim" falan derken bir öğrenmişler ki otelde o akşam cücelerin aralarında düzenlediği bir konferans daha sonra diğer arkadaşlarının kaldığı odaya çıkmış ve kapıda bir polis görmüşler."hayrola nedir" diye sormuşlar ve polisin dediğine göre "odada kalan son çocuk hala hayal gördüğünü zannedip bir cüceyi kucaklamış, odaya getirmiş ve dolaba koyup seni arkadaşlarıma göstericem" deyip cüceyi de çocuktan şikayetçi olmuş.

amsterdam da mantar yedikten sonra