🕛 Diyarı Küfrü Gezdim Beldeler Kaşaneler Gördüm
Ne gezmişsin be Hüseyin kardeş..! Ama . Biliyorsun , bir de Mehmet Akif'in dizeleri var :"Diyarı küfrü gezdim; beldeler, kâşaneler gördüm , İslâm ülkelerini de gezdim; hep viraneler gördüm.. Böyle miydi? Sen istersen yine Brezilya'yı filan anlat. Anadolu'nun hali pürmelalini hep biliyoruz Sağol. Erdal Ceyhan 12.05.2014 14:57
Ziya Paşa Gazeli Yorumlama. 1. Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm. Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm. Bu beyitte şairimiz gezdiği batı ülkelerinin gelişmişliğini bayındırlığını, güzel yapılarını ve mimarilerini görmüş, dolaştığı müslüman ülkelerde ise tamamen yıkık, yoksul ve
Diyarı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördümDolaştım mülk-i İslâmı bütün viraneler gördüm Ziya PaşaBu beyitle ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez? sorunun cevabı "“Sanat sanat içindir” anlayışıyla yazılmıştır." dır.
Gazel Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm. Dolaşdım mülk-i İslâm’ı bütün virâneler gördüm. Bulundum ben dahi Dârü’ş-şifâ-yı Bâb-ı Âlî’de. Felâtun’u beğenmez anda çok dîvâneler gördüm. Huzûr-ı kûşe-i meyhâneyi ben görmedim gitdi. Ne meclisler ne sahbâlar ne işret-hâneler gördüm.
GAZEL. Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm. Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm. Bulundum ben dahi dar-üş-şifa-yı Bab-ı Âli'de. Felatun'u beğenmez anda çok divaneler gördüm. Huzur-ı gûşe-yi meyhaneyi ben görmedim gitti.
Diyârı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm. Dolaştım mülk-i İslâmı bütün vîrâneler gördüm. diyâr-ı küfr: küfür diyarı(Batı) kâşâne: güzel ev. mülk-i İslâm: İslam toprakları vîrâne: harabe. Ziya Paşa
Kiliseden çıkışta bir kahve takviyesi alıp;Buradan Dolapdere'ye doğru yürüyoruz. Derler ya; "Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm" Pera'dan aşağıya doğru birkaç adım atar atmaz,fukaralık baş gösteriyor, bir yandan siyahiler, Arap vatandaşların sesleri,daha neler neler,biraz aşağı iner inmez, bir semt
Cb135E. Osmanlı Türkçesi[düzenle] Bu sözcüğün, biçim ve içerik olarak Vikisözlük standartlarına ulaşması için elden geçirilmesi gerekmektedir. Madde düzenleme ve Vikisözlük standartları ile ilgili bilgiBu sözcükte ayrıca şu sorunlar da bulunmaktadır Bu sözcük, ait olduğu dilin kullandığı Osmanlı Türkçesi alfabesinde yazılmamıştır. Bu sözcük varlığını ispatlayacak hiçbir kaynak içermemekte, lütfen kaynak eklenmesinde yardımcı olun. Düzenleme yapıldıktan sonra bu not silinmelidir. Ad[düzenle] Avrupa Ülke, memleket Örnekler[düzenle] Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kaşaneler gördüm/Dolaştım mülk-i İslamı bütün viraneler gördüm. Ziya Paşa Köken[düzenle] Arapça
Ramazan Sohbetleri-5 İbni Haldun Tartışmaları üzerine AYDINLAR İSLÂM’LA BARIŞMALIDIR Zeki Sarıhan Sadık Usta, Odatv’de İbni Haldun’la ilgili bir yazı yazdı. Bu yazıya bazı aydınlardan tepki gelmiş. İbni Haldun’un, kitaplarında bazı dini referanslar kullandığı için ilerici sayılmayacağını ileri sürüyorlarmış. Sadık Usta’nın bu tip aydınların anlayışını eleştiren yazısı, bana yıllar önce mücadelesini verdiğim ve üç yıl önce iki yazıyla paylaştığım düşüncelerimi yalnızca birkaç ibare eleyerek yeniden yayımlama düşüncesini verdi. Onlardan birincisi aşağıdadır. * Türk aydınlarından hatırı sayılır bir kesimin İslâm’la kavgalı olduğunu kimse inkâr edemez. Bunun en uç ifadesi, rahmetli halkbilimci Şükrü Günbulut tarafından “İslâm’ın gittiği yerde ot bitmez” cümlesiyle belirtilmişti. O, bugün bazı Alevi çevreleri gibi, Aleviliği Müslümanlık içinde saymıyordu. Bu tutum, Ortaçağ Osmanlısının toprak ve egemenlik kavgası nedeniyle Şiiliği ve Aleviliği İslâm dışında saymasına, karşı taraftan bir kabullenmedir. Fakat aydınlarımızın İslâmiyet’le kavgası, Fransız aydınlanmacılığının etkisiyle Tanzimat aydınının Batı hayranlığı ile başladı. Namık Kemal kuşağı, bu konuda daha akılcı ve mantıklıydılar. Ardından gelen aydın kuşakları, Türkiye’nin geri kalmışlığını halkının Müslüman olmasına yordular. Düz bir mantıkla bakıldığında durum bunu gösteriyordu. İşte Müslüman olmayan Batı Frenkler ileri, yalnız Türkiye değil, bütün Müslüman coğrafyası karanlıklar içinde idi. Ziya Paşa bir şiirinde “Diyarı küfrü gezdim, beldeler kâşaneler gördüm/Dolaştım mülkü islâmı bütün viraneler gördüm” derken haksız değildi. Tanzimat’tan beri millete doğru yolu göstermekle görevli Türk aydınlarının görevi, İslâm Dünyası’ndaki bu geriliğin nedenlerini doğru yorumlamak, yeni bir uyanış, yenilenme ve zenginleşme ile birlikte kendi içindeki unsurlarla ve Batı ile yan yana yaşayabileceği yol ve yöntemleri bulup göstermekti. İSLÂM’I YÜCELTMEK Mİ, İSLÂM’DAN KOPMAK MI? Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük, Batıcılık, Sosyalizm akımları buna yanıtlar aradı. Bu dönemin iki temel sorusu, vatan ve milletle birlikte İslâm’ı yücelmek mi, yoksa İslâm’dan ruhen kopmak mı idi. İslâm’dan kopmaya karar verenler, İslâm’ın 12. Yüzyıla kadar yükseliş dönemi yaşadığını, bu tarihten sonra ticaret yollarının değişmesiyle Avrupalıların yeni hammadde ve insan gücü kaynaklarına erişmek için yollar arayıp bulduklarını, servetlerin Avrupa’ya aktığını, bununla bir burjuva sınıfı oluştuğunu, kapitalizmin teknolojiyi geliştirdiğini ve insanların zihinlerini de genişlettiğini hesaba katmadılar. İslâmiyet, tembellerin, uyuşuk insanların, tevekkül edenlerin diniydi… Öyle ki bazıları kimliklerinde İslâm yazsa da bu dinden tamamen soğudular. Sayıları az da olsa bazıları Tevfik Fikret’in oğlu Halûk gibi Hıristiyan olmayı ve Hıristiyan bir çevrede yaşamayı tercih ettiler. 1912 Balkan Savaşı’yla birlikte asıl sorun, mevcut vatan topraklarının elde tutulmasına dönüştü. Birinci Dünya Savaşı’na Almanların emrivakisiyle girilmesi ve savaşın da kötü yönetilmesi medeniyle imparatorluk çöktü. Türkiye tarihinin yalnız kahramanlıklar üretmekle kalmayıp, yaşamak için de formüller üreten Kurtuluş Savaşı, “Nasıl kurtuluruz?” sorusuna anlamlı bir yanıt yarattı Dillerin, mezheplerin kardeş olduğu, birbirini sayıp sevdiği tam bağımsız ve medeni bir Türkiye. Kurtuluş Savaşı’nda her çevrenin savunduğu temel hedef buydu. Batıcı aydınların bir kısmı, bu savaşta kalpaklısı ile sarıklısının, İttihatçısı, Türkçüsü ile sosyalistinin Meclis’te bir araya gelmesini, Konya Mevlana postnişini ile Hacıbektaş dedesinin Meclis başkan yardımcılıklarını paylaşmasını geçici bir uzlaşma olarak görüp buna razı olmak zorunda kaldılar. Zaferden sonra çok geçmeden bu birliktelik dağıtıldı. Yeni iktidar döneminin tarih yazıcıları, Kurtuluş Savaşı’nda İslâmi çevrelerin düşmanla işbirliği halinde olduğunu, dolayısıyla onların yeni devletin temellerinde bir harçlarının olmadığını savundular. Günümüzde de hâlâ geçerliliğini koruyan bu iddia hiç de doğru değildi. Vatanı savunmak için göreve çağrılan ve buna katılan halk, Müslüman’dı. Bunun için onların Türk kimliklerinden çok Müslüman kimliklerine vurgu yapıldı. “Vatanımız ve dinimiz tehlike altındadır” denildi. Hem politik, hem de kültür olarak yüzünü Batı’ya dönmüş olan yeni rejim, İslâmiyet’le ilgili bazı denemelere girişti. Dinde reform bunlardan biriydi. Tevhidi Tedrisat Yasası’nda devletin açmakla zorunlu olduğu imam hatip okulların mevcudu gitgide azaltıldı ve “öğrenci yokluğundan” 1930’larda temelli kapatıldı. Din dersleri, yeni bir yorumla bir süre daha köy okullarında okutulurken, gene 1930’ların ortalarında bu ders de kaldırıldı. Devlet erkinin içinde İslâmi bütün ritüeller reddedildi. Devlet halka, yalnız sınıfsal olarak değil, kültürel olarak da yabancılaştı. Batılılar, Yeni Türkiye’nin bu durumuna övgüler düzdüler. Daha da hoşlarına giden, rejimin, Fas’tan Hindistan’a kadar İslâm coğrafyası ile de bağını koparması idi. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Batı’ya kapağı atarak savunmasını emperyalist NATO’ya teslim etti. Oysa Mustafa Kemal Paşa, Batıcı değerlerle yetiştiği halde Batı emperyalizmiyle savaştığı Kurtuluş Savaşı yıllarında sıcak bir dayanışma içinde olduğu milletlerin yanındaydı ve Türkiye’nin bir Doğu ülkesi olduğunu açıkça ilan etmişti. Tanzimat döneminin Batı hayranlığı mirasını daha da koyulaştırıp devam ettiren aydınlar, halkı Müslüman olan bir ülkede, laiklikle inançlı insanlar arasındaki dengeyi iyi kuramadılar. İslâm’a bu mesafeli duruş, NATO’ya girdikten sonra da emperyalizmin hatırına devam etti. Öyle ki, Türkiye, Cezayir için yapılan bağımsızlık oylamasında Fransız emperyalistlerinin lehine oy kullandı. Oysa Türkiye’nin yapması gereken, Kurtuluş Savaşı’nda İslâm Dünyası ile oluşan birlikteliğini, dayanışmasını emperyalist Batı’ya karşı sürdürmesiydi. 1990’larda Kemalist aydınlara yönelen suikastlar, Sivas katliamı gibi bazı gerici hareketler, son yıllardaki IŞİD’in vahşetleri, İslâmiyet adına yapıldığından aydınların bir kısmında “Müslüman laik olamaz” yargısını pekiştirdi. İlginçtir ki aynı söylem İslâmcıların da dilindeydi. “Müslüman laik olmaz!” HEM YANLIŞ, HEM TEHLİKELİ 1 Temmuz 1994 günü idi. 20 yıl geçmiş Ertesi gün Sivas Katliamının birinci yıldönümü vesilesiyle Sanatçılar Kurultayı toplanacaktı. Yazıişleri yönetmeni olduğum dergi adına bu kurultayda laiklikle ilgili bir konuşma yapacaktım. Bildirimi yazı kurulunda okudum. Bunda “Müslümanlar laik olamaz” görüşünün hem yanlış, hem tehlikeli olduğunu belirtiyordum. Yazı Kurulu bu paragrafı bildiriden çıkarmaya karar verdi. Ben de onu son haliyle kurultayda sunamayacağımı belirttim. Konuşmayı yapma görevini başka bir arkadaşa verdik. Fakat bu yanlış görüşlerle mücadele etmek, benim için hayati bir zorunluluktu. 4 Temmuz günü Aydınlık dergisine gönderdiğim “Laikliğe Halkın Penceresinden Bakmak” yazısında konuyu yeniden ele aldım. Halkın zaten laik olduğunu, laik olmayanların Müslüman halk değil, küçük bir grup olduğunu anlattım. Yazı ikinci sayfada “Tartışma” köşesinde yer bulabildi. Turan Dursun Araştırma ve İnceleme Yarışması’na gelen ürünlerin neredeyse tamamına yakını İslâmiyet’in ne kadar kötü bir din olduğu ve buna karşı savaş açmak gerektiği tezi üzerine oturuyordu. Ben de bu çalışmaları değerlendiren beş kişilik kurulda yer alıyordum. Raporlarımda ve toplantılarda bu görüşün yanlış olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Nihayet, 29 Eylül 2001 günü, İstanbul’da bu yarışmanın ödül töreninde görüşlerimi anlatmaya cesaret ettim. Konuşmamın başlığı, bu yazımın başlığıyla aynıydı “Aydınlar, İslâm’la Barışmalıdır” Görüşlerimi, bir sayfalık girişten sonra 15 madde halinde, net olarak sundum. Ok yaydan çıkmıştı bir kere… Ödül törenine gelmiş 40 kişilik bir dinleyici topluluğu için bunlar yeni düşüncelerdi. Dikkatle dinlediler. Bir kısmı görüşlerimi dikkate değer buldu, bir kısmı ise yanlış bulduğunu söyledi. Yedi yıl sonra “Türkiye’nin Bağımsızlık Mücadelesinin İhtiyaçları Açısından Din Sorunu” başlıklı daha etraflı bir yazı kaleme aldım ve bu yazı Teori dergisinin Ocak 2001 tarihli sayısında yayımlandı. Fakat sonraki sayıda yazımda savunduğum görüşlerin yanlış olduğu belirtilerek buna cevap veren iki yazı yayımlandı ve “Zeki Sarıhan eleştirisine devam edeceğiz” notuyla yayımlandı. Aydınların İslâm’la barışması düşüncesine karşı neredeyse bir savaş açılmıştı. İslâmlığın yapı olarak emperyalizmle işbirliğine elverişli olduğu gibi görüşlerle bile karşılaştım. Günümüzdeki bazı tartışmalara bakılırsa bu görüş hâlâ savunuluyor! Aydınlar İslâm’la neden barışmalıydılar? Bunu gelecek yazıya bırakmam gerekecek. 24 Haziran 2014 5 Haziran 2017
M. Hayati ÖZKAYA “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm Dolaştım mülk-i İslâmı bütün virâneler gördüm.” Ziya Paşa’nın bu meşhur beyitini ve bu mısraları içinde barındıran meşhur gazelini bilirsiniz. Bu beyitte ve gazelde Paşa lafı hiç evirip çevirmeden Şark’la Garp’ın bir mukayesesini yapar. Tabii sadece mukayesesini yapmakla kalmaz, bir de sebep sonuç ilişkisi kurarak mülk-i İslâm’ın neden virâneler yurdu olduğunu gazelinin sonraki beyitlerinde de açıklar. Bakın ne diyor ikinci beyitte Bulundum ben dahi dar-üş-şifa-yı Bab-ı Âli'de Felatun'u beğenmez anda çok divâneler gördüm. Beyitten de anlaşılacağı üzere Ziya Paşa da “Bab-ı Âli” denilen bu yüce devlet kapısından içeri girerek devleti yönetenlerle bir süre aynı çatı altında yaşamış. Tabii doğal olarak bu süreç Ziya Paşa’ya, Eflatun’u beğenmeyen bu garip, bu divâne zatları yakından tanıma fırsatı vermiş. Paşa da o zamanki perişanlığımızı bu zamana da ders olsun diye bir güzel anlatmış. Aslında bu durum bizim kahrolası sıkıntılarımızın temel ve değişmeyen kaç asırlık hikâyesidir. Eflatun’u beğenmemek aklı kovmak, düşünceyi mahkûm etmek, eğitim-öğretim konusunda sınıfta kalmaktır. Neden mi? Hikâyeyi anlatayım Bizim, Eflatun diyerek takdim ettiğimiz Platon, İsa’dan önce yaşayan bir Atinalıdır. Bir Sicilya seyahati dönüşünde, Atina ile savaş hâlindeki Aigina’da karaya çıkan filozof, burada esir alınır ve satılmak üzere köle pazarına çıkarılır. Tam birrastlantı eseri olarak, dostlarından birinin fidyesini ödemesi sayesinde özgürlüğünekavuşur. Aradan geçen bir zaman sonra Platon, fidye parasını dostuna ödemek ister. Dostu, bunu kabul etmeyince Platon, bu parayla meşhur Yunan kahramanı Akademos’un sığınağının ya da mezarının hemen yanı başındaki bahçeyi satın alır ve orada bir Akademi kurar. Akademi’nin kapısına da “Geometri bilmeyen buradan içeri giremez!”diye yazdırır. İşte burası, Avrupa’nın ilk, büyük eğitim ve araştırma merkezi olur. Platon’dan aldığımız ruhsatla Geometriyi ilmin ve felsefenin hareket noktası sayarak yolumuza devam edelim. Eflatun’dan nice asır sonra XII. yüzyılda yaşayan bilgin ve Kuran tefsircisi İmam Fahrettin Razi “Geometri öğrenmek Müslümanlar için farzdır,”derken XIV. yüzyılda yaşayan Müslüman sosyolog İbni Haldun’la aynı çizgide buluşur. İbni Haldun da meşhur eseri Mukaddime’de “Bilinmelidir ki geometri onu tahsil edenlerin aklına parlaklık ve fikrine istikâmet kazandırır.” diyerek geometrinin insanoğlu için ne denli önemli olduğunu vurgular. Bu dönemde İslam ülkeleri aklın ve ilmin dostluğu sayesinde gelişmiş ve zirveye çıkmıştır. Her asır bir önceki asrın eksik ve yarım kalanlarını tamamlayarak gelişmeye devam ederken ne yazık ki bizde işler nedense tersine dönmüş, ilmin hareket kabiliyeti git gide elden ayaktan düşerek âdeta kötürümleşmiş. Öyle ki XVII. yüzyıla geldiğimizde büyük tasavvuf âlimi İmam Rabbani Mektubat adlı eserinde “…geometrinin ne dünya saadetine ne de ebedi kurtuluşa faidesi yoktur,”demiş. Şimdi yeniden dönelim mi Ziya Paşa’ya, ne diyordu şair ünlü gazelinde “Felatun'u beğenmez anda çok divâneler gördüm.” İşte o divânelerin yönettiği devlet, haktan, adaletten ayrılıp bir de ilimde, fende, teknikte çok çok gerilerde kalınca, kaçınılmaz çöküşten bir türlü kurtulamadık. Ne diyelim, baht utansın dersek bu sıkıntıdan kurtulur muyuz? Elbette hayır. En iyisi gelin, Eflatun’u biraz daha yakından tanıyalım. Antik kaynakların bildirdiğine göre, ünlü hocası Sokrates’in infazının ardından Platon on iki yıl boyunca, büyük ölçüde Sokratik diye nitelediğimiz ilk dönem diyaloglarını yazar ve bu arada, gözlem ve deneyim yoluyla görgüsünü artırma ve düşüncesini derinleştirme amacıyla seyahat eder. Önce ilk durağı “kadim harikalar diyarı” Mısır’dır. İkincisi İtalya’dır ve özellikle Arkhytas’ın aracılığıyla I. Dionysios’un sarayına takdim edilir. Saraya kabul edilen Platon, politik fikirlerini önemli ölçüde hayata geçirmeyi ümit eder. Sadece I. Dionysios ile değil, prensin karısının kardeşi Dion ile kurduğu ilişkiye de dayanarak bu yönde iki ayrı girişimde bulunur. Özellikle II. Dionysios üzerinde uygulamaya çalıştığı filozof-kral tipi, mutlak bir başarısızlıkla sonuçlanınca İtalya’dan ayrılır ya da ayrılmak zorunda kalır. Memleketine dönerken başına gelenleri yukarıda yazmış sonra da kurduğu akademiden bahsetmiştik. Şimdi de “Bak Postacı Geliyor” diyerek Platon’un Kral Dionysios’a yazdığı oldukça iğneleyici biraz da eğlendirici mektubunu okuyalım Platon’dan Dionysios’a iyilikler… Uzun yıllar boyunca yanınızda yaşadım. Bu süre içinde devlet işleri konusunda diğer insanlardan daha çok bana başvurdunuz. Ama nimetlerden siz faydalanırken, ben çok sayıda iftiraya uğradım. Ancak yine de kimsenin yaptığınız eziyetlerin benim isteğimle gerçekleştiğine inanmayacağını bildiğimden, olanlara katlanarak ses çıkarmadım. Hem devletyönetiminde sizinle beraber olanlar hem de ceza almaktan kurtardığım insanlar, buna şahitlikedeceklerdir. Beni devletin başına birçok kez geçirdiniz ama çoğu zaman da bir dilenciye bile söylenmeyecek sözlerle kovdunuz. Bu kadar uzun süre boyunca sizinle yaşamama rağmen, bir gemiyleoradan ayrılmamı sonra insanlardan daha uzakkalacağım bir yaşam sürmeye karar verdim. Sende yalnız kalacaksın tiran Dionysios! Yolaçıktığım zaman bana epeyce yüklü! miktardapara vermiştin. Mektubumu getirecek olanBakkheios sana parayı geri ödeyecek. Verdiğinparane yolculuk masraflarımı karşılamayayeterdi ne de başka bir işe yarardı. Böylesi birparayı vermek senin için, almak da benim içinbir şerefsizlik sayılırdı. Bu nedenle parayı kabuletmiyorum. Zaten bu parayı vermen ya davermemen senin için bir şeyi değiştirmez. Parayıalıp başka bir dostuna ver. Bu sayede benizenginleştirdiğin gibi onu da senin nimetlerinden Euripides’indizelerini tekrarlamakuygun olacaktır. Günün birinde kaderinindeğiştiğini gördüğünde“Yanında benim gibi bir insanın bulunmasını isteyeceksin.” Bir hatırlatma daha Tragedya yazarlarının eserlerinin çoğunda, tiranlar öldürüldüklerinde şöyle derler “Ne kadar şanssızım! Ölürken yanımda bir dostum bile yok!” Tragedya yazarlarının oyunlarının hiçbirinde, parasız kaldığı için ölen bir tiran yoktur. Sana akıllı insanların beğendikleri birkaç mısra daha okumak istiyorum“Ne ölümlülerin hayatlarında bulamadıkları altınlar, ne mücevherler, ne insanların çok değer verdikleri gümüş döşekler, ne sonsuz ovalarda kendi kendilerine olgunlaşan ağır başaklar, erdemli insanların düşünceleri kadar parlaktır.” Hoşça kal. Bana yaptığın haksızlıkları hatırla ve diğer insanlara daha iyi davran![1] Evet, işte böyle. Milattan önce yazılan bu mektup bir bakıyorsunuz günümüze kadar bütün canlılığını korumakta. İster çağları değiştirin, ister mekânları, hiç fark etmez her zaman bir şeyler yapmaya çalışan, arayan ,sorgulayan, düşünen kafaların karşısına birileri renk ve şekil değiştirerek mutlaka çıkar. Bu gidişattan rahatsız olan Ziya Paşa Tercî-i Bendinde âdeta gizli bir isyanla Tanrı’ya sorar Yârâb! Nedir bu dehrde her merd-i zû-fünûn Olmuş belâ-yı akl ile ârâmdanmasûn! Yarabbi! Neden bu dünyadaki her bilge adam, akıl belası yüzünden rahat ve huzurlu olamaz? Yârâb! Niçin bu arsada her şahs-ı ârifin Mikdâr-ı fazlına göre derdi olur füzûn? Yarabbi! Bu dünyada niçin her bilgili kişinin, bilgisi miktarınca çok derdi vardır? İlahi Ziya Paşa hoş bir adamdın, bu soruların cevabını bilip de bilmezlikten geliyordun ve hiç rahat durmuyordun… Muhbir gazetesinde yazdığı yazılarda devleti yönetenlere ağır eleştirilerde bulununca Sadrazam Ali Paşa tarafından Kıbrıs’a mutasarrıf olarak tayin edilmişti. Ziya Paşa bu görevi kabul etmeyip istifasını vermiş ve ardından da kendisi gibi Meşrutiyet yanlısı genç arkadaşı Namık Kemal’le birlikte Paris’e firar etmişti.17 Mayıs 1867 Bu kaçışın arkasındaki mali güç ve destek Mısırlı Hidivlerin birbirleri arasındaki saltanat kavgasıydı. Neyse o başka bir hikâye. Biz yine Ziya Paşa’nın Bab-ı Ali’yi rahatsız eden tutumuna dönelim. Yıl 1870, Paşa, Türabi Efendi’ye [2]iki mektup yazar ve der ki “Sayın Kardeşim Efendi Hazretleri, … Bir vakitten beri ünlü Jean-Jacques Rousseau’nun çocuk eğitimi üzerinde yazdığı Emil adındaki kitabını çevirmeye uğraştığımdan ve bunun bazı yerleri bizim İstanbul çelebilerinin işlerine uymadığından orada basılmasını zor olacak gibi görüyorum. Acaba Mısır’daki Bulak Basımevinde bastırılma imkânı var mı? Burasının lütfet araştırılmasını pek rica ederim…” Bu mektubundan bir sonuç alamayınca ikincisini yazar. Giriş de aynıdır, istek de. Mektup “Sayın Kardeşim Efendi Hazretleri, “… Emil’in orada basılması bazı sebepler yüzünden mümkün değilse zararı yoktur. Başka yolda çaresi bulunur. Bu kitabı çevirmekte asıl maksadım “bu gibi edebiyat ve bilgelik ile ilgili yabancı kitapların Türk diline aktarılması imkânsızdır” diye, şimdiye kadar işe yarar hiç bir kitap çevrilmiş olamadığından bunun olabileceğini ispat ile birlikte, dilimizde bir yeni çeviri yolu açmak ve bir de bizde çocuk eğitimi ve ahlâk yolu pek yüzüstü bırakılmış olduğundan, onu uyandırıp din ve millete bir hizmetten ibarettir. Umarım İstanbul’daki kurul çok sürmeyip değişir. O zaman bunun basılması orada pek kolaylıkla olur. ... Bize iyi gözle bakan zatların hepsine içten sevgilerimi sunduğumu bildirmeye yardım etmenizi rica ederim.” [3] Gördüğünüz gibi Ziya Paşa böyle bir adamdır. Paris de bile rahat durmaz. Bab-ı Âli’nin eğitim konusundaki eksiklerini giderme sevdasına düşer ve Emil’i Türkçeye çevirir. Bu kitabın önsözünde “İnsan, çocuktan olur, çocuk da terbiye ile insan olur. Bizim ülkede ise çocuk terbiyesine hayvan ve bitki yetiştirmek kadar olsun , önem verilmemektedir,” [4]der. İşte asırlardır işin içinden çıkamadığımız problem budur. Bu problemi çözecek tek ve yegâne güç de ancak eğitimdir. En süratli bir şekilde kendi bünyemize uygun bir eğitim sistemi geliştirerek kaliteli ve sağlıklı bireyler yetiştirdiğimiz gün Ziya Paşa’nın “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm Dolaştım mülk-i İslâmı bütün virâneler gördüm.” diyerek yana yakıla dile getirdiği bu dert, kendiliğinden ortadan kalkacak ve biz yediden yetmişe mutluluk şarkıları söyleyeceğiz. Bu manzara hem kendimiz için hem de bütün insanlık için özlenen bir tablodur. Çünkü Kaşgarlı Mahmut, Divan-ü Lügât’it Türk’te diyordu ki “Tanrı devlet güneşini Türk burçlarında yükseltmiş ve onların mülkleri üzerinde felekleri döndürmüştür. Tanrı onlara Türk adını vermiş ve yeryüzüne ilbay kılmış, hakanları onlardan çıkartmıştır.… Onlarla birlikte çalışanları aziz kılmış ve Türkler onları her dileklerine ulaştırmış, kötülerin şerrinden korumuştur…” İşte sadece bu sebepten de olsa sorumluluğunun büyüklüğünü idrak eden, millî ve insani değerlerle donatılmış bir nesil yetiştirmek en büyük hedefimiz olmalıdır. Bunu yapamadığımız takdirde büyüdüğümüzü, geliştiğimizi söylemek , biraz süsleyerek ifade edeyim, lâf ü güzâf'tır. [1]Platon Mektuplar,Eski Yunancadan Çeviren Furkan Akderin,Say Yayınları, 2010, [2]Türabi Efendi,Mısır Hidivi Valisi İsmail Paşa’nın adamıdır. [3]Türk Dili Edebiyat Dergisi Mektup Özel Sayısı, 3. Bas. Aralık 2017 [4]Türk Edebiyatı, Ahmet Kabaklı, Türkiye Yay. İst. 1968
ÖLDÜRME KARDEŞİNİ. Müslüman müslümanı öldürüyor. Kardeş kardeşi vuruyor bu zamanda. Batının çirkin oyunları sahneleniyor. Bütün İslam aleminde, geri kalmış ülkelerde. Hak hukuk adalet, demokrasi ve laik düşünce. Hoca efendi, muktedir, başkan’da karşı laikliğe. Batı çirkin, batı kötü, batı kafir, batı berbat. Öyle ise niçin tuzağa düştük, böyle yürümüyor hayat. Kardeş kardeşi öldürürken, batı gülüyor heyhat. Mısır kana boğuluyor. Irak kanla bölünüyor. Suriyede kan akıyor. Sudan kana üzülüyor. Yemen kanla çözülüyor. Mali kanla döğünüyor. Libya kanla öğünüyor. Filistin kanla sulanıyor. Moritanya kanla yıkanıyor Nijerya kanla ayılıyor. Çad’sa, kandan bayılıyor. Sırada kimler var, İran, Afkanistan. SudiArabistan, Somali, Bahreyn. Demirpençe sıkıyor, eziliyor müslüman. Laik Türkiye hariç, bütün İslam ülkelerinde. Allahu ekber tekbirleriyle, insan insanı öldürüyor. Bir diğer müslümanda, öbür müslümanı öldürüyor. Öldürmenin özünde, Kerbela var. Osman’a, Ömer’e, Ali’ye kıyanlar var. Emevi den bu yana, huzur görmüyor İslam. O zamandan bu yana, kırka bölündü Müslüman. Biz şiiyiz diyorlar. Biz sunniyiz diyorlar. Biz Halefiyiz diyorlar. Biz Selefiyiz diyorlar. Biz ılımlı İslamız diyorlar. Bazıları da tam şeriat istiyorlar. Evet Allahu Ekber, Allahu Ekber. Diye diye bölünüyorlar, öldürüyorlar. Bir insanı öldürmek, bütün insanlığı. Öldürmek olduğunu bilmiyorlar. Diyor ki Ziya Paşa bir şiirinde. Diyarı küfrü gezdim. Beldeler kâşaneler gördüm. Dolaştım mülkü islamı. Bütün viraneler gördüm. HİLMİ CAN. 4014 Ey hocalar, aydınlar muktedirler, başkanlar Mustafa Kemal olmasaydı, ne olurdu halimiz, Bu milleti sizden bizden diye bir Peygamberimiz bir, bu ülke müslümandır. Osmanlı’dan bu yana laik düşünce laik Cumhuriyetiyle berhudardır.
GAZEL Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm Bulundum ben dahi dar-üş-şifa-yı Bab-ı Âli'de Felatun'u beğenmez anda çok divaneler gördüm Huzur-ı gûşe-yi meyhaneyi ben görmedim gitti Ne meclisler ne sahbâlar ne işrethaneler gördüm Cihan namındaki bir maktel-i âma yolum düştü Hükümet derler anda bir nice salhaneler gördüm Ziya değmez humarı keyfine meyhane-i dehrin Bu işretgehte ben çok durmadım ammâ neler gördüm 1870 Ziya Paşa
diyarı küfrü gezdim beldeler kaşaneler gördüm